Gideceğim Memleket…

Neresi gideceğim memleket…? Henüz bulamadım o istediğim başka türlü yeri. Bildiğim nerede olmak istemediğim.

Af buyurun genelleme yapacağım. Birey olarak hepimiz farklıyız. Ekonomik şartlar, gelenek-görenek, ülkenin havası, suyu derken oluşuyor yine bir normal dağılım. Bir ortalama değer çıkıyor toplumun “%50’sinin” sahip olduğu. İşte o Türkiye insanın sahip olduğu bazı değerleri kabul edemedim bir türlü. Ne oldukları önemli değil. Hepsinin tek bir ortak yönü var. Bana yanlış gelen başkasına doğru geliyor, ve doğru gelenler benim kişisel alanımı işgal etmeyi haklı buluyor. Ben de bu duruma aşırı tepki veriyorum. Bir tepki olması gerekir, ama tepkinin yeterliliği , daha doğrusu etkinliği tartışılır. Neyse zaman içinde o aşırı tepkiler kocaman bir sinir yumağı haline gelir. Eritilemeyen, yontulamayan koca bir kütle. Atsan atılmaz satsan satılmaz.

Yurt dışında yaşamayı bu kadar kolay kabullenmemin yegane nedenidir o kütle. Gittiğim ülkenin bir önemi olmadığını sanmıştım hep. İstanbul’un bana zehir gibi gelen yaşamından, ülkenin sevmediğim değerlerinden kaçtıktan sonra her yeri cennet yapabilirdim. Ne de naif bir düşünceymiş. Bu özgüven aslında İsveç’te kendime inişler çıkışlardan sonra sevdiğim bir hayat kurduğumdandı.

İsveç’te kendime bir balon inşa etmeyi başarabilmiştim sonunda (O zamanlar balon değildi bu, genişletilmiş yeşil alan sanıyordum, rahat nefes alabildiğim.). Bana ağda yapmamın daha doğru olacağını söylemeyen, kendi sahip olduklarımın kıymetini bilmemi sağlayacak, otobüse/metroya koşmamın zor olduğunu anlayacak, yan masadaki insanın kendi bedeni ile ilgili seçimleri üzerine düşünmenin normal ama o seçimleri yargılayıp hakaretler yağdırmanın yanlış olduğunu kavrayan, doğduğun şehrin değil senin kim olduğunun önemli olduğunu bilen, derdini dinleyen, seni gülümseten … kemale ermiş insanlar ile sarmıştım kendimi. Artık kendimi bir hiç gibi hissetmiyordum, güç bendeydi. Yumruk atamayabilirdim ama sözlerim ve davranışlarım ile yumruk atmış gibi can yakabilirdim o balonun dışında kalmasını istediklerime. Madem doğru gelenler kendilerine insanların benliklerini işgal etme hakkı verdiler, ben de kendime onların canını yakma hakkını vermiştim (Evet, can yakma hakkım hiç alakasız insanların benliklerini işgal ettiklerinde de vardı, sadece ben değil).

Güç bende ise gittiğim her yerde böyle bir balon inşa edebilirdim. Neden olmasın? Öyle kolay değilmiş işte. Saymadığım başka bir kaç öğe varmış gittiğim ülkede bu güce katkı sağlayan. İsveç halkına soğuk derler, aslında kişisel alana aşırı duyulan saygıdan kaynaklı bu soğukluk, yani en azından bence öyle. Bir de insan taşındığı yere biraz adapte oluyor ya, oraya taşınan/göçen insanlar da biraz kapıyor o soğukluktan, kişisel alan bırakıyorlar sana. Meğer benim zaferle çıktığım o savaş ülkenin bu soğukluğundanmış. Savaşmam gereken birey sayısı zaten azmış. Üstüne ülkenin dilini öğrenmemek bu zafer hülyasını yaratmakta çok işe yaramış. Sokakta gördüğün, bir şeyler mırıldanan insanları göz ardı edebilmek kolaymış. Sıkıysa Türkiye’de yapsaymışsın bunu Özge Hanım, söylenen her kelimeyi anlarken.

Amerika’ya taşınınca bu durumu daha iyi kavradım. Neden İsveççe öğrenmediğimi biliyordum zaten. O nedeni ilk kez Funda’ya anlatmıştım. İlk soran oydu bana bunu çünkü. “Düşünüyorum da öğrenmek senin için sorun değil, neden öğrenmemeyi seçtin?” Buna benzer bir soruydu sorduğu, Stockholm’ü ziyaret ettiklerinde (İnsanın seni senden daha iyi tanıyan arkadaşları olmalı. Şanslıyım o arkadaşlar hayatımda olduğu için.). Gerisi o gücü kaybettiğim Türkiye gibi bir ülkeye taşınınca netleşti. İsveç’e yerleşirim diyordum hep. Ama şimdi emin değilim. Doğru mu insanın bir balon içinde yaşayıp kendi mutlu hissetmesi? Özgür olduğunu sanıp aslında tutsak olması?

Gideceğim memleket neresi bilmiyorum ama Can Yücel’in söylediği, Yeni Türkü’nün seslendirdiği gibi “başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer ne de buluta”.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.